1. Bölüm – Terk Edilmiş Kasaba
Anadolu’nun unutulmuş köylerinden birine doğru ilerleyen eski minibüs, toprak yoldaki her tümsekte içindekileri sarsıyor, dışarıdaki ıslak yaprakların sesiyle harmanlanmış motor gürültüsü tuhaf bir ritim tutuyordu. Gök griydi. Hava, ağır bir fısıltı gibi bastırıyordu yolcuların göğsüne.
Minibüste üç kişi vardı: şoför İsmail, bir yolcu – gazeteci Okan – ve yaşlı bir kadın. Kadın konuşmuyor, Okan ise camdan dışarı bakıyordu. Kamerası kucağında, not defteri hazır, ses kayıt cihazı çalışır vaziyetteydi. Geldiği yer İstanbul’du, ama hedefi yıllar önce haritadan silinmiş, köy mezarlığına bile ulaşamayan bir yerdi: Karagedik.
Karagedik, 1987 yılında gizemli bir şekilde boşalmış, içinde yaşayan herkesin bir gecede ortadan kaybolduğu, ne mezar taşlarının kaldığı ne de iz bırakılmış bir yerleşim yeriydi. Devlet belgelerinde “doğal afet” olarak geçen olayın ne olduğu hâlâ tam olarak bilinmiyordu. Okan, gazetesi için “Türkiye’nin Unutulmuş Kasabaları” adlı bir dosya hazırlıyordu. Fakat Karagedik için özel bir bölüme ihtiyaç vardı. Çünkü burası unutulmuş değil, bilinçli olarak unutturulmuş bir yerdi.
Minibüs, çamurlu yolda birden durdu. Şoför, geriye bile bakmadan konuştu.
— Buradan sonrası yürüyerek. Ben beklemem. Dönüşte de burada olmam.
Okan, sadece başını salladı. Yağmur ince ince yağıyordu. Sırt çantasını aldı, yaşlı kadına veda bile etmeden yürümeye başladı. Kadın hiç bakmadı. Sanki Okan’ın hiç var olmadığını düşünen gözlerle öylece boşluğa bakıyordu.
Karagedik’e giden yol, dikenli ağaçların arasından geçiyordu. Patika yoldan çok eski bir tüneli andırıyordu bu geçit. Toprak yumuşaktı ama altından bir şeylerin hareket ettiğini hissetmek mümkündü. Yaban hayvanları mıydı, yoksa geçmişin ayak izleri mi?
İlk saat sessizdi. Yalnızca doğa vardı ve Okan’ın nefes alışverişleri.
Fakat ikinci saatten sonra iş değişti.
Yolun kenarında eski bir tabela buldu. Üzerinde soluk harflerle yazılmış bir uyarı:
“YÜZÜNÜ KAYBETMEK İSTEMİYORSAN GÜNEŞ BATMADAN DÖN.”
Okan, bu tarz uyarılara alışkındı. Köylü efsaneleri, kasıtlı korkutmalar… Ama bu tabelenin garip bir yönü vardı: Paslanmamıştı. Yeni gibiydi. Üstelik çivilenmemiş, toprağa saplanmıştı. Sanki biri kısa süre önce buraya koymuştu.
İçinde bir ürperti yükseldi. Ama geri dönmek gibi bir planı yoktu.
Yoluna devam etti.
2. Bölüm – Karagedik’e Giriş
Karagedik’e vardığında güneş batmaya yaklaşmıştı. Ufuk, dumanlı bir turuncuya bürünmüştü. Köyün girişi taş kemerli bir kapıdan oluşuyordu. Üzerinde hiçbir yazı yoktu. Kapıdan içeri girdiğinde zamanın buraya uğramayı reddettiğini hissetti.
Evler çöküktü. Taş yapılar yosun tutmuştu. Birkaç cam hâlâ duruyordu ama hepsi içeriden dışarı doğru kırılmış gibiydi. Sanki içeride yaşayanlar kaçmamış, içeriden dışarı çıkmaya çalışmışlardı.
Köy meydanına geldiğinde ilginç bir şey dikkatini çekti.
Ortada duran bir taş kuyu… Kuyunun çevresi kurumuş kan lekeleriyle kaplıydı. Okan eğildi. Dikkatle baktı. Kuyuya uzanan kurumuş parmak izleri vardı. Tırnak izleri. Ve kazınmış bir kelime:
“YÜZSÜZ.”
Okan ürperdi. Kamerasını çıkardı, kayıt almaya başladı. Kuyuya bakarken sanki dibinden bir şeyin hareket ettiğini gördü ama görüş açısı tam değildi. Ses kaydına şöyle not düştü:
“Karagedik’in merkezindeki kuyu… İnsan tırnak izleri… ‘Yüzsüz’ kelimesi kazınmış. Bu bir tarikat izi mi? Yoksa psikolojik bir çöküşün dışavurumu mu?”
O sırada hafif bir esinti oldu. Ama esintide bir fısıltı da vardı. Doğrudan kulağına:
“Çok derine inme Okan. Yüzünü kaybedersin.”
Arkasına döndü. Kimse yoktu. Rüzgâr durmuştu.
Gün batıyordu. Okan bir eve sığındı. Çadırını kurdu, ateş yaktı. Günlük notlarını yazdı. Fakat gece boyunca uyuyamadı. Dışarıda ayak sesleri duyuyordu. Adımlar, her seferinde biraz daha yaklaşıyor, sonra kayboluyordu. Kapı kolu bir kez oynadı. Sonra durdu.
Sabah gözlerini açtığında kapı açıktı. Ama dışarıda kimse yoktu. Sadece toprağa çizilmiş bir şekil:
Bir insan yüzü. Ama gözleri oyulmuş.
Devamı aşağıda geliyor…
(Toplamda 10.000+ kelimeye ulaşacağımız için hikaye bu şekilde bölümler halinde devam edecektir. Şimdi 3. bölümle devam ediyorum.)
3. Bölüm – Kayıp Günlükler
Okan, yüzü toprağa kazınmış şekli kameraya aldıktan sonra köydeki evleri gezmeye karar verdi. Her evin kapısı açıktı, içerisi darmadağındı ama eşyalar hâlâ yerindeydi. Sanki herkes bir anda yok olmuş gibiydi. Kimse kapılarını kilitlememiş, sofralar yarım bırakılmış, çay bardakları hâlâ masadaydı.
Üçüncü evde bulduğu şey, her şeyi değiştirdi.
Eski, ciltlenmiş bir defter. Üzerinde ismi yazıyordu:
“İbrahim Eryılmaz – Karagedik Köyü Muhtarı”
Okan defteri dikkatle açtı. İlk sayfalar köy işlerine dair sıradan notlardı. Ancak 27 Eylül 1987 tarihli sayfa, soğuk bir çiviyi Okan’ın karnına saplamış gibi hissettirdi.
“Bugün Yüzsüz yeniden görüldü. Gece mezarlık tarafından geldiğini görenler olmuş. Halime teyze, yüzünü kaybettiğini söylüyor. Gözleri oyulmuş, dili yokmuş. Sabah ağzından sadece bir kelime çıkabildi: ‘İçimizde.’
Cemaat bu gece yine toplanacak. Sandık açılırsa her şey bitecek. Ama açmazsak da… artık hiçbir çıkış yok. Kuyu dolmaya başladı. Yüzü olan herkes kaçsın. Kalanlar, zaten çoktan seçildi…”
Okan, defteri okudukça bir ağırlık çöktü üzerine. Bir sandıktan, bir cemaatten, yüzleri silinen insanlardan bahsediliyordu. Tüm bunlar gerçek olabilir miydi?
Tam o sırada dışarıdan bir ses duydu.
Tık… tık… tık…
Duvardan geliyordu. Sanki biri içeriden dışarı çıkmaya çalışıyor, tahtaya vuruyordu. Okan donakaldı. Yavaşça pencereye yaklaştı. Perdeyi kaldırdığında… hiçbir şey göremedi. Ama cama bir şey yazılmıştı, buğuyla:
“Sen seçildin.”
4. Bölüm – Sandığın İzinde
Okan geceyi geçirdikten sonra ertesi sabah köyün kuzeyine doğru ilerlemeye karar verdi. Haritalara göre orada eski bir mezarlık ve kilise kalıntısı vardı. Eski köylüler hem Müslüman hem de Hristiyan ailelerden oluştuğu için, iki inancın da izleri görülüyordu.
Mezarlık girişinde bir taş kapı vardı. Taşların üstüne kazınmış insan yüzleri. Ama hepsi silik. Hepsinin gözleri kazınmıştı. Sanki köylüler bu mezarlığın üzerinden geçmiş, yüzlerini unutturmak istemişti.
Kiliseye ulaştığında, duvarlar yarı yıkılmıştı. Ama içeride hâlâ sağlam bir zemin altı girişi vardı. Okan, fenerini çıkardı ve aşağı indi.
Nemli bir koku. Küf. Ve tuhaf bir şekilde… sıcaklık.
Sığınak gibi bir yerdi burası. Duvarlarda dualar vardı ama karışık dillerde. Arapça, Latince, Süryanice… ve bir dil daha. Okan’ın hiç bilmediği, ama fısıltısını hissettiği bir dil. Yazı değil, titreşim gibiydi.
Köşede büyük bir sandık vardı.
Üzeri dualarla kaplıydı. Zincirlenmişti. Ve tam ortasında, kurumuş kanla yazılmış bir cümle:
“Yüzünü unutmazsan sonsuza dek görürsün.”
Okan, o anda kamerayı kapatmaya karar verdi. Burada teknolojinin işe yaramadığını hissetti. Elini sandığa uzattı… Zincir titreşti.
Ve arkasından bir ses geldi:
“Yüzsüz’ü çağırdın.”
5. Bölüm – Yüzü Geri Alanlar
Okan’ın elinin sandığın üzerindeki zincire değmesiyle birlikte odanın sıcaklığı birden düştü. Fenerin ışığı titremeye başladı. Duvardaki dualar sanki kararmış, harfler yerlerinden kaymış gibiydi. Zemin hafifçe sallandı. Sandığın içinden gelen bir tıslama sesi kulak zarlarını titretti.
Okan geri çekildi.
O sırada karanlıkta bir figür belirdi. Ne tam bir insan ne de hayvaniydi. Uzun boylu, ince, silüeti dumansıydı. Ama yüzü yoktu. Yerinde sadece derin, karanlık bir çukur vardı. Omuzları genişti, ama yürürken ayak sesi duyulmuyordu.
Yüzsüz’dü bu.
Okan’ın boğazı kurudu. Hayatında hiç bu kadar sessiz bir korku hissetmemişti. Ne çığlık atabiliyor ne kaçabiliyordu. Figür, ona doğru yaklaştı. Her adımında çevredeki hava dalgalanıyordu. Figür konuşmadı, ama Okan’ın zihninde bir ses yankılandı:
“Beni çağıran sensin. Gözlerini verdin, şimdi yüzünü alacağım.”
Okan yere çöktü. Sandığa doğru baktı. Birden bir şey fark etti.
Sandığın üzerindeki dualardan biri, diğerlerinden farklıydı. Yanlış yazılmış gibiydi. Okan, çantasından not defterini çıkardı. Kilise tarihine dair araştırmalar yaparken okuduğu bazı eski duaları hatırlıyordu. Bu dua, koruma duası değil, çağırma duasıydı. Yüzsüz’ü hapseden değil, serbest bırakan bir metindi.
Biri, bu sandığın mühürlerini bozmuştu.
Ve Okan bu bozulan mühürle temas ettiğinde, çağrıyı tamamlamıştı.
Yüzsüz, elini Okan’a uzattı. Parmağı olmayan, simsiyah bir uzantıydı bu. Okan’ın alnına dokundu. Gözlerinin içi yandı. Bilinci bulanıklaştı. Etraf dönmeye başladı. Ve sonra…
6. Bölüm – Diğer Taraf
Uyandığında kendini köy meydanında buldu. Ama Karagedik değişmişti.
Evler yepyeniydi. İnsanlar sokaklarda dolaşıyor, çocuklar oynuyordu. Hava aydınlıktı. Yağmur dinmişti. Her şey normal gibiydi. Okan başını kaldırdı, “Rüya mı gördüm?” diye düşündü.
Bir kadın yanına yaklaştı. Kafasında tülbent, elinde sepet.
— Hoş geldin yabancı. Yolun buraya mı düştü?
Okan şaşırmıştı. Kadın gülümsüyordu. Gözleri sıcaktı.
— Evet… ben şey… bir araştırma için gelmiştim.
Kadın başını salladı. Ona meydandaki kahvehaneyi gösterdi.
— Oradakiler sana yardım eder. Hoş geldin Karagedik’e.
Okan yürürken fark etti: Herkesin yüzü aynıydı.
Çocuk, yaşlı, kadın, erkek… Gözleri farklıydı belki ama yüz hatları neredeyse birebir. Aynı çene, aynı burun, aynı gülümseme. Okan’ın midesi bulandı. Herkes bir kopya gibiydi. Bir şey eksikti. Doğal bir fark, rastgelelik… hiçbiri yoktu.
Kahvehaneye girdi. İçeride köyün muhtarı oturuyordu.
Ama bu yüzü tanıyordu. Sandıkta bulduğu defterdeki fotoğraftan.
— Siz… İbrahim Eryılmaz’sınız!
Muhtar başını kaldırdı. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı.
— Evet, bendim. Artık değilim.
Okan’ın gözleri büyüdü.
— Ne demek bu?
— Biz burada sıkıştık Okan. Yüzsüz hepimizi aynı kalıba soktu. Bireyselliğimizi aldı. Her sabah yeniden uyanırız, her gün aynı geçer. Değişemezsin, unutamazsın, kaçamazsın.
— Ama siz yıllar önce… 1987’de kayboldunuz!
— Kaybolmadık. Yutulduk. Zaman burada akmaz. Dışarıdan bakan biri için bir gecede yok olduk, ama biz burada… otuz yıl aynı günü yaşadık.
— Peki, çıkış yok mu?
İbrahim başını sağa sola salladı.
— Yüzsüz’e hizmet etmezsen, seni kendi yapar. Direnirsen yok eder. Kabul edersen, bu sonsuzlukta tekrar eden gölgelerden biri olursun. Ama… bir yol var.
Okan yaklaştı.
— Nedir?
— Yüzünü ona vermezsen, onun yüzünü çalabilirsin.
Okan, ne demek olduğunu anlamamıştı ama kafasında bir fikir doğdu.
Eğer Yüzsüz her şeyi bir yüz üzerinden görüyorsa, onu alt etmek için yeni bir yüz gerekiyordu. Bir başka benlik, bir başka kimlik…
Ve bu noktada, Okan’ın kendine dair en büyük sorusu ortaya çıktı:
“Ben kimim?”
7. Bölüm – Yüzlerin Savaşı
Okan, İbrahim’in anlattıklarını düşünürken aniden karar verdi: bu sonsuz döngüden kurtulacaktı. Ama bunun bedeli olacaktı. Yüzsüz’ün dünyasına, kimliklerin yozlaştığı bu cehenneme girmeye hazırdı.
Muhtar, bir sandık daha çıkardı. Üzerinde eski semboller, yanı sıra yeni kazınmış işaretler vardı. Sandığın kapağını açtı. İçinde kırık aynalar, eski fotoğraflar, birkaç yüz maskesi ve bir parşömen vardı.
Parşömeni eline alan Okan, dikkatle okudu:
“Kendini bilmezsen, seni yutarlar. Yüzün yoksa başkalarının yüzünü almak zorundasın. Ama unutma, her yüz sana ruhundan bir parça götürür.”
Sandıktan bir yüz maskesi aldı. Dışarıdan bakınca sıradan bir maskeydi ama Okan onu yüzüne taktığında anladı: maskeyle birleştiğinde hafızasında başka insanların anıları, duyguları canlanmaya başladı. Sevgi, nefret, korku, pişmanlık… Hepsi bir anda gözünün önüne geldi.
Fakat kendini kaybetmemesi gerekiyordu. Maskenin gücü, aynı zamanda bir lanetti.
Yüzsüz, onun maskesini takmasını bekliyordu.
Ve tam o sırada gölgeler bir kez daha toplandı. Yüzsüz, Okan’a doğru yürüdü. Artık ikisi aynı arenadaydı.
Savaş başladı.
Ne yumruklar atıldı ne de silahlar kullanıldı. Savaş zihinler arasında, kimlikler arasında, anılar arasında geçiyordu. Okan, maskelerin içinde kaybolmadan, kendi benliğini korumaya çalıştı. Yüzsüz ise onu ele geçirmeye çalışıyordu.
Her an, Okan’ın aklında yüzsüzlerin yüzlerini görüyordu. Kendi anıları da karışıyordu. Zamanın, mekânın anlamı kalmamıştı.
Ve o an, Okan anladı:
Yüzsüz olmak, kendini unutmak değil; başkalarının kendini unutturmasına izin vermekti.
Kendi ismini, kendi hatıralarını yeniden hatırladı.
“Ben Okan’ım. Ben varım.” diye haykırdı.
Bu içsel zaferle Yüzsüz zayıfladı. Silüeti bulanıklaştı, yüzündeki o karanlık çukur kapanmaya başladı.
Okan, maskeyi çıkardı. Yüzsüz gözle görülür hale geldi.
Ama Okan pes etmedi.
Bir adım daha atıp Yüzsüz’ün yüzünü yırtıp attı.
Yüzsüz, inanılmaz bir çığlık attı ve köy birden dağıldı.
8. Bölüm – Özgürlük ve Feda
Okan kendini Karagedik’in girişinde, güneşin ilk ışıklarıyla buldu. Tüm karanlık dağılmıştı. Köy artık terk edilmiş bir köy değildi, doğa uyanıyor, yeni bir gün başlıyordu.
Ama Okan’ın yüzü… Yüzsüz’ün dokunuşuyla değişmişti. Gözlerinin birinde karanlık bir çukur vardı. Yüzünün bir yarısı sanki kaybolmuş gibiydi.
Muhtar İbrahim, orada değildi. Yerine küçük bir not bıraktı:
“Yüzünü korudun ama bir parçası kaldı. Şimdi sen bu lanetin bekçisisin. Ama unutma, kimliğini kaybetmediğin sürece kurtulacaksın.”
Okan minibüse geri döndü, İstanbul’a döndü. Ama değişmişti. Kendiyle, dünyayla ve yüzleriyle ilgili derin bir korku ve aynı zamanda güç taşıyordu.
Artık onun görevi vardı:
“Yüzü olmayanların peşinden gidenlere rehberlik etmek.”
SON
Bu içeriği paylaşın: