Kırık saat gece yarısını göstermişti.
İstanbul’un eski semtlerinden birinde, 19. yüzyıldan kalma bir pansiyon, sokağın karanlığında bir hayalet gibi duruyordu. Sokağın sakinleri yıllardır bu pansiyona yaklaşmazdı. Sebep? O meşhur söylenti: “Yedinci odaya giren bir daha çıkamaz.”
Zeynep, şehir dışından yeni taşınmış bir öğretmendi. Göreve başlamasına iki gün kalmıştı. Kalacak yer ararken ucuz pansiyonun ilanını görmüş ve ne kadar eski görünse de başka çaresi olmadığı için kabul etmişti. Girişte yaşlı bir kadın onu karşıladı. Gözleri cam gibiydi, konuşması titrek ama netti:
— Altı odayı da seçebilirsin. Ama… yedinciyi isteme.
Zeynep içinden güldü. Böyle sözler eski yerlerde hep olurdu. “Yedinci odaya girme”, “Aynaya gece bakma”, “Tavandan gelen sesleri duymazdan gel”… Bunlar kasıtlı çıkarılan dedikodulardı. Pansiyonun fiyatı uygundu, kadın iyi görünüyordu. Daha ne olsundu?
Üç numaralı odaya yerleşti. Oda küçüktü ama düzenliydi. Yine de duvarlarda küf kokusu, tavanda örümcek ağları vardı. Gece olunca pansiyonun içi neredeyse mezarlık kadar sessizleşti. Diğer odalarda kalanlar neredeydi, kaç kişi buradaydı, bilmiyordu.
Gece saat 2 sularında, uykusunun ortasında tuhaf bir sesle uyandı.
Tak… tak… tak…
Sanki yan odadan bir şey yere düşüyor, sonra sürükleniyordu. Ayağa kalktı. Kapısını açtı. Koridor boştu. Ama tam karşısındaki, yedinci oda, hafifçe aralıktı.
“Yasak,” diye düşündü. “Kadın oraya girmemi istemedi.”
Ama sonra içinden başka bir ses geldi: “Eğer bu odayla ilgili bir sır varsa, belki de bunu öğrenmeliyim.”
Kilitli olduğunu varsayarak kapıya uzandı. Kapı, içeriye doğru hafifçe itildiğinde sessizce açıldı.
Odaya ilk adımını attığında boğazı düğümlendi.
Burası… farklıydı.
Duvarlar, dıştan bakıldığında eski bir pansiyon odasına ait gibi görünse de içeri girildiğinde zaman kavramı kayboluyordu. Odanın duvarları sanki nefes alıyordu. İçerdeki hava ağır ve boğucuydu. Tavan sarkmış, yerde kırık aynalar dağılmıştı. Ama odanın merkezinde… yerde çizilmiş bir daire, dairenin içinde bozulmuş bir muskayla kaplanmış eski bir sandık vardı.
Zeynep, geri çekilmek istedi. Ama odanın kapısı kendiliğinden kapandı.
Kilit sesini duydu.
Telefonuna sarıldı. Ekran kapkaranlıktı. Hiçbir ışık yoktu. Işığı açmak için bastığında ekran bir anda canlandı. Ama ekranında kamera kendi görüntüsünü değil, siyah beyaz bir video oynatıyordu.
Ve videoda, yedinci odaya daha önce girmiş olan birini gösteriyordu. Genç bir erkek. Panikle etrafına bakınıyor, kapıyı zorluyor, ağlıyordu. Sonra arkasındaki sandık birden açıldı. Sandığın içinden simsiyah bir sis yükseldi. Sis, adamı yutarken onun çığlığı tüm ekranı doldurdu.
Zeynep bağıra bağıra kapıyı yumrukladı. Kimse gelmedi.
Sonra fısıltılar başladı.
Odanın her köşesinden sesler geliyordu. Başta anlamsız mırıltılar… sonra tanıdık kelimeler:
“Zeynep… Öğretmen hanım… Neden açtın?”
Dizlerinin bağı çözüldü. Duvara yaslandı. Odanın her yanı hareket etmeye başladı. Duvarlar genişliyor, sonra daralıyordu. Sanki oda canlı bir organizmaydı. Gözlerini kapattı, nefes aldı.
Açtığında odadaki sandık açılmıştı. Ve içinden çıkan silüet ona doğru geliyordu.
Gözleri yoktu.
Yüzü yoktu.
Ama sesi… sesi bir anneninki kadar tatlıydı:
“Seninle oyun oynamak istiyorum…”
Zeynep kaçmaya çalıştı. Oda artık bir oda değildi. Sonsuz bir labirente dönüşmüştü. Her duvar başka bir kapıya açılıyor, her kapı başka bir karanlıkla buluşuyordu. Zeynep, sonsuz gibi gelen bir sürede o karanlıkta dolaştı. Bir zaman sonra gerçeklik hissi kayboldu.
Zamanın nasıl geçtiğini bilemedi. Ne sabah oldu ne gece.
Sadece karanlık, sadece sesler.
Bazen, odanın içinde annesinin sesini duyuyordu. Bazen çocukluk anıları yankılanıyordu. Ama her sesin sonunda şu cümle geliyordu:
“Sen seçtin bu odayı. Sen çağırdın bizi.”
Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez. Bir sabah, pansiyonun temizlikçisi yaşlı kadın odaları kontrol ederken yedinci odanın kapısını açık buldu. Hayatı boyunca bu odaya bakmamıştı. Ama içgüdüsü bir şeylerin değiştiğini söylüyordu.
İçeri girdi.
Oda tamamen boştu.
Ne sandık vardı ne aynalar.
Ama duvarda, kanla yazılmış bir cümle vardı:
“Ben hâlâ buradayım. Beni gören oldu mu?”
Zeynep bir daha bulunamadı.
Pansiyon kapatıldı. O mahallede yaşayanlar o odadan gelen sesleri duymaya devam etti. Geceleri, bir kadının ince sesi şu cümleyi tekrar ederdi:
“Ben sadece öğretmendim. Neden ben?”
Yıllar sonra o pansiyon yıkıldı. Ama yerine yapılan apartmanın yedinci dairesinde her yıl bir kadın kayboldu. Tıpkı Zeynep gibi. Ve her yıl duvarda şu yazı tekrar belirdi:
“Sıradaki… sen misin?”
Bu içeriği paylaşın: