“Kuyu”

“Kuyu”


1. Bölüm: Terk Edilmiş

Ağustos sonuydu. Güneş, sarı bir sabırla batmaya hazırlanıyor, toprak ise mevsimin son nefesini içine çekiyordu. Doğu Anadolu’nun küçük bir köyüne yalnız gelen Hakan, bir arkeologdu. Ama sıradan kazılardan sıkılmış, “yasaklı alanlar”a göz dikmişti. Hakkında konuşulmayan, haritalarda yeri olmayan, sadece eski defterlerde geçen o köyü bulmuştu: Deliktarla.

Deliktarla, 1950’lerde ani bir şekilde boşaltılmış, hiçbir resmî belgeye geçmeyen bir salgın bahanesiyle haritadan silinmişti. Ama köylülerin söylediği başka bir şey vardı:

“Toprağın altında bir şey vardı. O kuyudan gelen ses… Bizimkiler delirdi, sonra öldü.”

Hakan, bu efsanelere kulak asmadı. Onun için bu, akademik kariyerinde büyük bir sıçrama olabilirdi. Tüm planı hazırdı. Yanına bir çadır, birkaç haftalık erzak ve eski haritadan edindiği bilgilerle, köyün yıkık giriş kapısına ulaştı.


2. Bölüm: Sadece Bir Kuyu

Deliktarla’nın neredeyse tamamı toprak altında kalmıştı. Ama köy meydanında hâlâ bir yapı sağlamdı: Bir kuyu.

Hakan not defterine yazdı:
“Taştan örülmüş, yaklaşık 90 cm çapında, içi tamamen karanlık. Su sesi yok. Derinliği belirsiz.”

Ama o gece çadırında uyumaya çalışırken bir şey fark etti: Kuyu uyumuyordu.

Hafif bir mırıltı… bir kadın sesi gibi. Sonra ani bir sessizlik. Ardından “tık… tık… tık…” sesleri.

Hakan kulaklarını bastırdı, kendi kendine “rüzgar” dedi. Ama ertesi sabah kuyunun etrafında ayak izleri buldu. Çıplak ayak izleri. Küçük, ince… çocuk ayağına benziyordu.


3. Bölüm: Günlükler

Köyde terk edilmiş bir evin yıkıntıları arasında bulduğu defter, 1951 tarihliydi. Sayfaları küflenmişti ama bazı bölümler okunabiliyordu:

“Kuyu yine ses yaptı. Annem ‘bakma’ dedi. Ama kardeşim baktı. Sonra sabaha kadar titredi. Bir daha da konuşmadı.”

“Babam kuyunun içine taş attı, saatler sonra aynısını geri attı kuyu. Aynı taş. Aynı çentik. Bu mümkün değil…”

“Köyün imamı kuyuya ip atıp içinden bir şey çekmeye çalıştı. İp yandı. Bizzat yandı… Ben gördüm.”

Hakan satırları okudukça ürperdi. Ama aynı zamanda daha çok ilgisini çekti. Kuyu bir kapı mıydı? Başka bir yere açılıyor olabilir miydi?

O gece, mırıltılar daha da netleşti.

“Aşağı gel… Beni çıkar… Unuttular beni… Adımı hatırla…”

Hakan’ın gözü bir anda defterin son satırına takıldı:
“O KUYU, BİRİSİNİN MEZARI DEĞİL. ORASI, KENDİSİ BİR BEDEN.”


4. Bölüm: İniş

Hakan ertesi sabah kararlılıkla kuyuya halat sarkıttı. Kaskını, fenerini hazırladı. Küçük bir kamera bağladı omzuna. Gün doğmadan kuyuya inmeye başladı.

Başlangıçta sıradandı. Kayaların içinden geçiyordu. Ama 30 metre sonra duvarlar kayalardan et dokusuna dönüştü. Nabız gibi atan damar benzeri çizgiler, çürümüş bir koku, yer yer iç duvarlardan çıkan tırnaklar…

Feneri titremeye başladı. Kamera bir anda kapandı. Halat bir noktada daha fazla inmeyi reddetti. Kendi kendine gerilmeye başladı.

Bir fısıltı kulağında yankılandı:

“Dışarda ne var? Hâlâ aynı dünya mı? Hâlâ gece mi oluyor orada?”

Panikle yukarı tırmandı. Ama kuyudan çıktığında çadırı yırtılmış, notları dağılmıştı. Bir taşın üstünde ise bir yazı vardı:
“İKİNCİSİ DE GELDİ.”


5. Bölüm: Sonsuz Tekrar

Delirtici günler başladı. Hakan köyden çıkamıyordu. GPS bozulmuştu. Yürüdüğünde hep kuyunun çevresine geri dönüyordu. Aynı yolu tekrar tekrar geçtiğini fark etti.

Her gece kuyu daha çok konuşuyordu. Bazen annesinin sesiyle. Bazen çocukluğundaki öğretmeninin sesiyle.

En sonunda karar verdi. Bir daha inecekti. Bu kez sonuna kadar.

Aşağı indiğinde artık “yerçekimi” ortadan kalktı. Duvarlar dışarı doğru büyüyor, şekil değiştiriyordu. Nihayet bir odaya ulaştı.

Oda, birebir Hakan’ın çocukluk odasıydı.

Odanın ortasında ise küçük bir çocuk duruyordu. Gözleri olmayan, dudaksız bir surat… ama Hakan’a çok tanıdık gelen bir gülüş.

“Ben senim,” dedi. “Sen buradaydın hep. Yukarıdaki sadece bir hayaldi. Sen buraya gömülmüştün, doğmadan önce bile.”


6. Bölüm: Ters Yüz

Kuyu artık bir geçit değildi. Hakan’ın iç dünyasının fiziksel bir yansımasıydı. Tüm korkuları, bastırdığı anılar, çocukluk travmaları burada canlı bir forma bürünmüştü.

Her kaçış çabasında tekrar tekrar kuyunun başında uyanıyordu. Her defasında biraz daha az “kendisi” olarak.

Sonunda hikaye şöyle bitti:

Köyde yeni bir arkeolog belirdi. Genç bir kadın. Aynı belgelerle, aynı haritayla.

Kuyunun başında tanımadığı bir adam onu karşıladı. Saçı dağınık, elleri toprak içinde. Adını sorduğunda cevap verdi:

“Adım Hakan. Burada kazı yapıyorum. Sen de yardım mı edeceksin?”

Ama onun gözleri… insan gözü değildi artık.


SON

Bazı yerler, geçmişi gömmez. Ona can verir.
Bazı kuyular, su çıkarmaz. İçimizi çıkarır.


Bu içeriği paylaşın:

Leave a Comment

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir