GÖZLERİN ARDINDAKİ SESSİZLİK

Yağmur, sanki gökyüzü sonsuza kadar ağlamaya karar vermiş gibi aralıksız yağıyordu. Küçük bir Anadolu kasabasının kıyısında, yıllardır terk edilmiş bir köy evinde ışık yanmıştı. Oysa orası, yirmi yıldır kimsenin ayak basmaya cesaret edemediği, söylentilere göre lanetli olduğu için kasabanın bile haritasından silinmiş bir yerdi: Dipsizdere Konağı.

Mimarlık öğrencisi olan Defne, bu evle ilgili her zaman tuhaf bir saplantıya sahip olmuştu. Çocukken, annesi ona bu evin hikâyelerini anlatırdı; içinde çıldıran bir kadından, kendi çocuklarını duvarlara gömen bir adamdan ve geceleri çığlık atan hayaletlerden bahsederdi. Ama Defne için bunlar sadece masaldı. Ya da öyle sanıyordu.

Üniversite bitirme projesi için “Anadolu Mimarisinde Lanetli Evler” temalı bir sunum hazırlamaya karar verdiğinde, ilk aklına gelen yer Dipsizdere oldu. Kimse gitmeyi kabul etmediği için projeyi tek başına yürütmeye karar verdi. Aracına kamp eşyalarını, kameralarını ve birkaç günlük yiyeceğini atarak yola koyuldu. Hedefi, konağın içinde üç gün geçirmekti.

İlk gün, dış cepheyi inceledi. Konağın çürümüş çatısı, yılların rutubet kokusu, pencerelerden içeri giren kuşların izleri… Her şey olması gerektiği gibiydi. Ama ikinci gün sabahı, gariplikler başladı.

Uyandığında kamp çadırı, konağın dışında değil içindeydi.

Defne, çadırı bahçeye kurduğundan emindi. Ama şimdi çadır, konağın giriş holündeydi. Bunun bir şaka olabileceğini düşündü; belki köyden biri onu korkutmaya çalışıyordu. Fakat kapının paslı kilidi hâlâ yerindeydi, anahtar hâlâ boynundaydı.

Kendini toparlayıp çalışmaya devam etti. Video kayıtları aldı, duvarlardaki çatlakları belgeledi. Derken üst katta, eski bir çocuk odasına benzeyen bir odada, yerde duran bir oyuncak dikkatini çekti. Tahta bir bebek. Kolunun biri kopuk, gözleri kazınmıştı.

Ve bebek, ona bakıyordu.

İçine bir ürperti yayıldı. “Sadece tesadüf,” diye mırıldandı kendi kendine. Kamerasını bebekle aynı hizaya getirdi, çekim yaparken birden kameranın ekranı karardı. Sonra bir cızırtı. Ve ekranda çok kısa bir süreliğine bir görüntü belirdi:

Kendisi. Ama gözü kan içinde. Ve arkasında biri vardı.

Arkasını döndü. Hiç kimse yoktu.

Defne, kamerayı kapatıp derin nefesler aldı. Belki de konağın atmosferi, karanlığı, nemi, yalnızlık hissi kafasını karıştırıyordu. Yine de içgüdüleri gitmesini söylüyordu. Ama bir yandan da, burada çözülmeyi bekleyen bir sır olduğunu hissediyordu. Geri dönemezdi. En azından bir gece daha kalmalıydı.

İkinci gece, saat üç civarında uykusundan irkilerek uyandı. Konağın içinde bir çıtırtı vardı. Ardından bir fısıltı duydu. Çok yakınından gelen bir ses:

“Buradan git…”

Ayağa fırladı. El fenerini kaptı. Işık, tozlu duvarlarda dans ederken sesi takip etti. Merdivenlerden yukarı çıktı, ses ikinci kattaki kütüphane odasından geliyordu. Odaya girdiğinde karanlık onu adeta içine çekti. Fenerin ışığı sönmeye başladı. Pili henüz yeniydi ama sanki biri kasıtlı olarak ışığı engelliyordu.

Fısıltı yeniden geldi. Bu kez daha yakındı, daha nettı:

“Onları sen de göreceksin… gözlerin yandığında.”

Defne’nin gözleri bir anlığına yandı. Gözkapaklarının altı karıncalandı. Sanki görünmeyen eller gözlerini ovuyordu. Acıyla yere çöktü. Gözlerini ovuşturduğunda karşısında bir kadın belirdi. Beyaz, yırtık bir gecelik giymiş, saçları omuzlarına yapışmış, gözleri simsiyah.

Kadın konuşmadan ona baktı. Sonra yavaşça Defne’nin kulağına eğildi:

“Aynı ben gibi olacaksın. Onlar seni de seçecek.”

Defne, o anda bayıldı.

Üçüncü gün uyandığında gözleri hâlâ yanıyordu. Ama artık odanın her köşesinde bir şeylerin saklandığını görebiliyordu. Gözleri artık yalnızca bu dünyayı değil, öteki katmanı da görüyordu.

Evin içi doluydu.

Koridorlarda sürünen gölgeler, tavan arasında elleriyle kendini parçalayan adamlar, bebek odasında ağlayan ama hiç susmayan bir çocuk ruhu… Defne artık hepsini görüyordu.

Ve onlar da Defne’yi görüyordu.

Kaçmak istedi. Ama dış kapı artık yoktu. Konağın duvarları hareket ediyor, şekil değiştiriyordu. Her adımı, onu yeniden başladığı noktaya getiriyordu. Tüm çıkışlar kaybolmuştu. Dipsizdere, adını almıştı çünkü içinden bir kez giren, bir daha çıkamazdı. Sadece gözleri yanana kadar kalırlardı. Gözleri yandıktan sonra da sonsuza dek orada kalırlardı.

Defne, son çare olarak kamerasını açtı. Eğer buradan çıkamayacaksa, en azından olanları kayıt altına almalıydı. Belki bir gün birisi bulur, belki bir şekilde özgür kalırdı.

Ama video kaydında kendi görüntüsü yoktu.

Sadece arkasında dolaşan gölgeler vardı. Kamera, onu artık göstermiyordu. Çünkü artık orada değildi. Yavaşça bir gölgeye dönüşüyordu. Kendi yüzü yok olmuştu. Aynadaki yansıması kararmıştı.

Son kaydı şöyle bitti:

“Ben Defne. Beni bulursanız… ama hayır. Hayır, siz de buraya gelmeyin. Gözleriniz yanmadan kaçın. Eğer gözleriniz yanarsa, siz de buraya ait olursunuz. Onlar… onlar aç. Ve her geçen gece, daha da çoğalıyorlar.”

O günden sonra, Defne’den bir daha haber alınamadı.

Ama onun kamerası, terk edilmiş konağın girişinde bulundu. İçinde sadece bir video vardı. Defne’nin sesiyle başlayan ve en son şu fısıltıyla biten:

“Sıradaki… sensin.”

Bu içeriği paylaşın:

Leave a Comment

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir